13 Aralık 2009 Pazar

umut mu ümit mi unutma uyut mutlu mutsuz mut? mut ne lan?

acı çeken bir müzikle yazmayı hayal ediyorum uzun süre sonra... hayaller ve umutların tavan yapması gerekirken sapmalara uğradığı bir yerdeyim... öyle bir yerdeyim ki... bilmiyorm..

pardon.. baştan başlıyorum.. psikolojim yazmaya müsait değil sanırım... yazmayı unutmuş ta olabilirim.

her şeyden önce, sıkıldığımı ve mutsuz olduğumu söyleyerek başlamak istiyorum:

sıkıldım ve mutsuzum..


hani olur ya bazen, kaçarsın herşeyden..
hani olur ya bazen, şarkı biter aniden.. işte böyle günlerde hep uyumak istediğinde; tam da böyle günlerde, hep uyumak istediğinde, umudu büyüt içinde, diyor, radical noise...

yeterince acılı bir parça değil, bu isteğimi köreltebilecek kadar değil en azından.. sanırım şarkıların beni duygusallaştırabileceği gerçeğini yadsıyorum artık.

şarkılar beni etkilemiyor.. artık beni hiç bir şey etkilemiyor sanırım..

kayboldum..


kariyer başarısı istatistiğimdeki düşüşlerden başka hiç bir şey beni etkilemiyor.. yükselişler bile.. çünkü bunu hakediyorum..

sanırım artık yükseliş dışında hiç bir şey yapamıyorum.. gerçekten..
öyle sıkıldım ki bu yükselişten... mutsuz ediyor beni..

asıl ben nereye gitti? 2010 ocak ayının sonunu yaşıyorum şu anda... çünkü 2010 şubata kadar hangi saatte nerede, ne yapıyor olacağımı ve ne olacağını sorun.. hepsini biliyorum. 2010 şubata kadar kendime ait hiç bir boşluğum yok.. ve yaşayacağım her saniye planlı ve hatta planın işlememesi dışında alternatif planı bile var..

ben buyum...

zerdüşt...

modernizmin ve sanayiinin kölesi zerdüşt..

bursa bilmem ne sanayiisi en genç yöneticisi, ürt. plan. yön.- iç dent. ve sist. sor. Sn. Zerdüşt... evet tam olarak buyum..

geri kalan hiç bir şey sikimde bile değil.. olmamalı.. uykularım sanayiiye teslim. gittiğim mekanlarda artık seçici olmak zorundayım yanımdaki tiplerde de. artık sadece mesaj ve arama özellliği olan bir telefon kullanmamalıyım ve biraz daha parlak kıyafetler giymeliyim, ek olarak burnumu byütmeliyim birazda...

çok uzattım.. psikolojim yazmaya müsait değil sanırım... yazmayı unutmuş ta olabilirim. resmi mailler dışında..

herşeyden öte, sıkıldığımı ve mutsuz olduğumu söylemek istemiştim..

sıkıldım ve mutsuzum..


geçmişten bir kaç hatıra size:

1 - http://zendust.blogspot.com/2009/06/seni-secmiyorum-pikacu-icinde-patlasn.html


2 - http://zendust.blogspot.com/2009/05/toprak-bazl-yuksek-dozlu-laf-sokucu.html

3 - http://zendust.blogspot.com/2009/04/21900-kere-aynym-aynsn-ayn.html

4 - kafamı skm..

11 Eylül 2009 Cuma

nal, kof, balık, yaş

pantolonunu giydi çocuk. günün en aydınlık saatleridir normalde bunlar, fakat kulübe loştu, hava sis kaplı, tuvalet kapkaranlık.

kulübenin tam karşısında atık bertaraf tesisi var, terkedilmiş maden ocağının yerine kurulmuş. katı atıklar gömülüyor. çürümüş tıbbi atıkların kokusu yüzünden etrafta hayatın olduğu tek kulübe bu. çevre farklı fabrikalar ve farklı atık kokularıyla da kaplı. benzin, gübre, yanmış yağ karışımı koku. kupkuru kağıt kokusu. ter ve katran kokusu. sisin kalktığı zamanlarda hava kasvetli ve yapış yapış olur. rüzgarlıysa koku daha azdır ve hava daha kuru.

aynada kendine baktı, sarışındı ve tahmin ettiğine göre mavi gözleri olmalıydı. son gördüğünde öyleydi. hava hala sis kaplı. tuvalet hala kapkaranlık.

kız uyandı. yatağın diğer tarafı boştu. bundan nefret ediyordu. bir gün asla sevgilisi tarafından öpülerek uyandırılmayacaktı. uyandığında kahvaltısı hazır olmayacaktı. çift olarak alışverişe çıkmazlardı. bunun hakkında hiç konuşmamışlardı. kendiliğinden gelen bir anlaşma vardı eskiden beri.

sabahları birbirleriyle karşılaşmazlardı bile. çocuk dışarda sigarasını içerdi. kız yatakta oyalanırdı. sabah olduğunda birbirlerine baktıkça gördükleri şey gecekinden farklı olurdu, ve rahatsız edici.

dışarıda çocuğun yanına oturur, sigarasından bir nefes alır ve fabrikaların tüm bok kokulu havasını sigara dumanıyla beraber içinize çekerseniz şunu tam anlamıyla kavrarsınız: insanlığın yaratılışı varoluşla ilgili değil, baştan sona yok oluşla ilgilidir. karşınızda fabrikalar her dakika bunu kanıtlamak için çalışır durur.

kız yatağıda doğrulup bilgisayarını açtı. melvins çalıyordu tahta duvarlarına arasında. ekranı kapattı. uzun zamandır yapmadığı bir şeydi bu. hayatının önemli kısmı internet üzerine kuruluydu. son bir aydır uyandığında yaptığı ilk şeyin bilgisayarı açmak olduğunu farkedince tehlikeli olmaya başladığını farketti artık. yine de internet olmadan yapamazdı. kendini haklı çıkaran modern hayat yaşanıyordu heryerde. internet artık tüm insanlığı ele geçirmiş durumdaydı. kim olduğun bilinmeden eleştirme ve söz sahibi olma gücü, herkes tarafından sevildiğin bir yere girmekten, altılı biralardan ya da yatakta seni bekleyen sıcacık kadınından daha tatmin ediciydi artık. bu hayatınız boyu ciddiye almadığınız, fotoğrafların arkasında tesadüfen çıkan insanlara verilmiş velinimetti. insanlar bunu kaybettiği zaman en önemli kişiliklerinden birini kenara bırakmak zorunda kalıyordu.

yasakların olduğu yerde herkesin birden fazla önemli kişiliği vardır derdi hep çocuk. çocuğun fikirleri eskiden beri etkilerdi onu, küçük yaşlarından beri.

bir sigara yaktı. sabahları uyandığında düşünürdü hep. hiçbir sebebi yoktu, onu gülümseten sevgilisi, sevdiği bir işi yoktu, ailesi ya da uğraşacak hobileri de. elinde tek bir şeyi bile yoktu tam anlamıyla. yıllarca bu yüzden karamsar biri olmuştu. aslında onu kendisi yapan da buydu. hep karamsar olması ve beklentisinin olmaması. alışveriş gibi şeylerle mutlu olmazdı, onun için mutluluk verici olan yaratılmış olanı ele geçirmekten çok yaratma işiydi. kimisi bunu hastalıklı bir durum olarak nitelendirse de, o buna farklılık diyordu. piskolojik tedavi sadece insanların uç noktalarını törpüleyip birbirine benzetmeye yarardı. karamsarlık onun en büyük parçasıydı. kendisiydi belki de. pek konuşmazdı bu yüzden. hissettiği şeyler, kimseye yazılan mektuptu hep, hiçkimseye. onu abisi anlamıştı sadece. terkedildiğinde, reddedildiğinde, dışlandığında, tıkandığında. hayatında sadece abisi kaldığında, ona karşı hissettiklerinden daha fazla emin değildi.

çocuk içeri girdi ve kız kardeşine baktı. gözlerinde seviştiği kadının yanında sekiz yaşındaki kız çocuğunun masumiyetini görürdü hala. gündüzlerin rahatsız edici yanı buydu. sadece yeterli derecede aydınlık haricinde her şey size gerçek olmayanı yansıtır.

gündüzlerden kaçan, hayatı boyunca gece ya da bahar sarhoşu olarak yaşamış insanların hikayesi bu.

geriye kalanlar uyuşturucu çoğunlukla kullananlardır. iş, aile, din ya da idealler. işiniz gündüzlerinizi satın almak için para verir, aileniz onu korumanız için kendinizden vazgeçmenizi bekler, inandığınız din size bu dünya karşılığı öbür dünyayı vaadeder, ve idealleriniz bu günü yarınınız için harcamanızı bekler. uyuşukluk ve görmemezlik hali, her birinin bu günü başka uğurlarda harcamanızı beklemesinden ötürüdür. uyuşmuş gündüz insanları buradan gelir.

abisine baktı kız ve 'kahvaltık bir şey yok' dedi. 'elimizde yiyecek tek bir şeyimiz dahi yok.' bağırıyordu. çocuğun adımıyla tahta zemin gıcırdadı, üzerine basılan tahtanın ters yönü yerden gözle görülür şekilde tümsek oluşturdu. bir güve kelebeği yükseldi havaya.

tepki vermedi çocuk. hani bazı insanlar vardır ve mantıksız hareketleriyle bütünleşip kendi içlerinde bir mantık üretirler. artık onların kişiliğidir ve kişinin çözülmesini engelleyip ayağa düşmemesini sağlar. doğum günlerini sevmemek, mesajları sebepsizce cevapsız bırakmak, tanıdığın bir insanı herhangi bir şey yokken görmemezlikten gelmek gibi basit şeylerdir, ve insanlar bunları anlamlandıramadıkça sizi ulaşılmaz olarak görür.

cevap vermedi çocuk ve bir şeylerle uğraşıyormuş gibi göründü bir süre. köşedeki bambuların buharlaşmış suyunu doldurdu. buharlaşan suyun son lekesi yeni konulmuş suyun içinde, üst kısmı kesilmiş plastik şişenin ortalarına yakın yerinde çizgi halinde duruyordu olduğu gibi.içerisinin gri tonları bambuların yeşilliğini savunma çizgisi halinde sadece kendi köşesinde hakim kılmıştı. her seferinde farklı seviyede iz bırakmış suyun çizgileriyle, zoraki yaşam köşesiydi kulübenin. hayatlarında sadece gri kaldığında getirmişti kız onları. geç alınmış bir yığın önlemden biriydi. deprem sonrası hazırlanan deprem çantası ya da ayrıldıktan sonraki her şeyi düzeltme çabası gibi.

günler öncesi çocuk kapıyı gece boyu açık unutmuştu ve oda aydınlıkken içeri onlarca böcek dolmuştu. zaten hali hazırda içeride yaşayanlar da vardı. birkaç hamamböceği, bir peygamberdevesi, bir yığın karınca ve birkaç örümcek. hamamböcekleri karanlık yerleri severlerdi, içeride onları görmek mümkün olmazdı, peygamberdevesi renk değiştirirdi, karıncalar ise ortada bırakılmış çöplerle açıkça davetliydi. örümceklerden biri büyük dolabın arkasındaydı günlerce, gövdesi iri, bacakları kısa ve tüylüydü. günler sonra dışarı çıktı. yatağın ayak kısmıyla büyük dolabın arasına ağlarını ördü. ortalıktan kayboldu.

kız çocuğa bağırdı ve çocuk üzüldü, çocuk gerçekten üzüldü. cevap vermedi, nedeni yoktu, hep öyle yapardı. amaçsızca bir adım attı, tahta zemin gıcırdadı ve üzerine basılan tahtanın ters yönü yerden gözle görülür şekilde tümsek oluşturdu. bir güve kelebeği yükseldi havaya.

kelebek örümceğin ağına yapıştı, hareket etmeye çalıştıkça vücudu ağlarla kaplandı. örümcek ortaya çıkacaktı yakınlarda.

insanlar sadece ne anlama gelmediğini bilirlerdi. çünkü olanların anlamı yoktu, olmadı hiç.

6 Ağustos 2009 Perşembe

kaybolmuyorsun, kendini buluyorsun...?!?

mis gibi plastik kokan bir enjeksiyon atölyesindesin, mis gibi yanmış ve erimiş plastik....

her taraf biraz daha kanserojen..

biz binalarda kullanılan, betonun radyoaktif radon gazı yaydığını anlatmaya çalışırken; insanlar
plastiği eritip şekil veriyorlar...

hani bi ara moda şeklinde geziyordu ya etrafta söylenti olarak: "plastik kaplara sıcak bir şey koymayın,kanserojen oluyor" diye; onun menbağına gidiyorsun, bir bakıyorsun ki: "sıcak plastik mi; mmhhh dadındanyinmez" modunda gezen insanlar var...

düşünüyorsun ki; bu insalar kanser olacak... yazık..

hiç te bile. yok öyle birşey. örneğin usta başının gayet üçgen vücutlu onu bunu sikme derdinde olan gayet sağlıklı bi adam olduğunu görüyorsun. adamla iki muhabbet ediyorsun ve sana fabrika içersinde sevmediği insanlardan bahsetmeye başlıyor. bunların arasında sevmediği ve yönetim kadrosundan insanlarda var tabii. ve bu kadın hakkında diyor ki: ben bu kadını sikmedim, ondan böyle oldu, bizi hiç düşünmüyor.. kevaşe..

- e usta bu kadın evli değil mi?

- siktiret onun kocası yurt dışına çıkıyor, çıksın bak nası sikişilir görsün o !

- yapma beea.. sen var ya sen az değilsin haa..

az daha gaz versen adam patlayıp motoru yakacak. ben burada kanserojen bir ortam göremiyorum ki, adam

içerisinde testosteron patlaması yaşıyor ve bunu en güzel biçimde dışarı aktarıyor.

sonra bir sorumlu olarak müdür odasına rapor vermeye gidiyorsun, ve raporları hazırlamak için kendi odanda evrakları düzenlemen gerekiyor. ve tüm bunlar, şeffaflık adına tüm bölmelerin camla yapıldığı bir fabrika içerisinde oluyor, işin acayip yanı benim odamın yanının müdür odası olması.

ben götümü güvene almak adına müdür agresifse rapolamayı daha geç yapmayı tercih ederim. ve bölmelerin cam olması bunu daha da kolaylaştırıyor. raporları hazırlarken arasıra patron oğlu-müdüre göz atıyorsun; ve burda oturmaya başladığından beri adam konuşuyor... karşısında kimse yok.

telefonla konuştuğunu düşünüyorsun, ama biliyorsun ki o adam oturarak telefonla konuşamıyor ve şimdi

oturduğu yerden konuşuyor. -acaba oturmayı öğrenmiş midir? diyorsun..

10 dk sonra bir bakıyorsun, hala konuşuyor ve artık dolaşarak konuşuyor, elleri serbest- sağa sola savruluyor konuşurken, black berry markalı efsane telefonuyla konuşmuyor. acaba bluetooth kulaklık mı? yok hayır...

basbayağı konuşuyor adam işte ne var ki bunda?

elinde raporlar, giriyorsun, ellerini yavaşça aşağı indiriyor bana dönüp: ha sen mi gelmiştin, bakalım raporlara diyor... içimden adımı hatırlıyor musun manyak? diyorum..

--*şşş... adımı hatırlıyor musn? şimdi sakinleş ve sana söylediklerimi yap.. yavaşça koltuğuna otur, ani bir hareket istemiyorum yoksa seni yine uyuşturmak zorunda kalacağım.. aferim aynen böyle.. şimdi yatış ve derin bir nefes al ha? nasıl fikir? artık o bmw 7.60ı da kullanmanı istemiyorum, çünkü bu rezidüel şizofreni durumun sanırım artık sakıncalı bir boyuta ulaştı ha ne dersin? sakın bana aşırı tepki vermeye kalkma yoksa ben de sana katatonik tarafımı göstermek istemiyorum, ve ardından seni, testosteron patlaması yaşayan usta başıyla çiftleştirerek cezalandırmak istemiyorum..

şşşşimdii, sakinleş...--*

- evet, 0119 sicilli işçi, makina arızasından dolayı eksik üretimde bulundu, yarın onu daha fazla çalıştırarak bu açığı telafi edeceğiz... --* ohh mis gibi radyasyonla ve kanserojenlerle de besleyeceğiz.. işte insan evriminin son noktası bu olmalı müdür, besin yok, su yok, havaya bile gerek yok; ver kanserli radyoaktifi doysunlar, radyoaktif yoksa aç kalsınlar... hahaha.. orospu çocuğu işçiler...biz başardık bunu müdür...--*


katatonik ben - ne? ama hani biz... komünizttik eskiden...

- komünizt değil o olum?

katatonik ben - ne skmse skm, nooldu olm sana, ne bu tavırlar?

- sktr et be hacı.. alem deli olmuş..

alem deli olmuş... bana akıl vermiş... müdürler oxford mezunu olmuş, kendi kendine konuşurken mastır yapmış da başımıza geçmiş... usta başları sikmedik karı bırakmamış, adam olan tezgahta işçi olmuş ama beyni yıkanmış, ben arada kalmışım yine.. yine ben arada kalmışım... derdimi kaçı anlamış, kaçı anlamamış... biri varmış dağın başında.. uzaklarda... selam ederim tüm başarılı mizantroplara...

alem göt olmuş...

3 Ağustos 2009 Pazartesi

ne kafası ?

ne kafası ?

orda hayyam var? hayyamın kafası..

hayyamlar var orda, hayyamlar..

hayyamyamlar...

yamyamlar geliyorlar...

geliyorlarlar...

gazetelerde yazıyor, geliyorlar, hayyamlarlar..

vay hayvanlar.... hayvanlar yazıyorlar:

kaçtı herkes, kimler kaldı burda?

kaç kaç kaç kaç kaç kaç kaç kaç...!!!...

geliyoryoryoryor...

nerelere kaçıyonuz hacı,

hacılar kaçıyor, biz sizi biliyoruz zaten kimler geliyor.. kalanlar çalıyor...

hacılar kaçıyor... hayyamlar geliyor... hayyamyamlar geliyor...

gezetelerde yazıyor.

havyanlar yazıyor....:

yazıyor hayvanlar,

insanlar yozlaşıyor..

yoz yoz oluyor..

kadın niyeti bozmuş hacıya bakıyor, kadınlar artık suda yürüyor...

hacılar mı ne yapıyor? crush, boom, bang... big bang.. cillit bang... naprova çatırtı..


ney..? ne? ...

ne kafası ?

nerelere kaçıyonuz be hacı?

nerelere....


geliyor geliyorlar mı?

kaç kaçıyorlar mı?


ver selam, ver selam.. gidiyorlar...

ya subanallah?

öyle mi?

nasıl ?

bomba var bomba? bomba ihtimali var, yakıt ikmali var, yakıt tankının altında sönük izmaritler var, yangın ihtimali var, kaç kaç kaç kaç kaç kaç kaç.....


gidiyorlar...

ney, gördün mü gidiyorlar?

anlamadınız dimi? anlamayınız?

ben size nutkumda bunu anlattım.. anlamayınız dedim. muhasır medeniyetlerin götüne koyim..

anlayamazsınız beni, uçtum...

kaçtım... kaç kaç kaç kaç...

siz bunu anlamlandırın....

anlayana ev halimi hediye edicem..

en arif halimi.. arif kim be oğlumm..


arif..: bilir kişi babo..

ayakları kokar oğlum arifin..

arife teslim ol, eşkiya olsa der siyasiya.. der siya siya, siya siya der... siya siya...

sia sia... sie sie...

sikke sikke... çalışın köpekler, çalışın... mayınlarınızla gelin patlatın fabrikaları.. gelmeyenlere el bombalarını sokun. şimdi böyle çalışın.. boş zamanlarınızda da misket oynayın, misket bombalarıyla oynayın....

çalışın köpekler, çalışın.. ey türk; 3 öğün çalış, güven... sigortalara güven, fabrikalara; tanrıya güvenme... tanrının sözleşmesi mi var mına koyyim. neyine güvencen?

güven temiz çocuk oğlum, bi sakatlık çıkartmaz...

çıkartırsa sikerim zaten, hurileri bile siktim ben.. hurileri var tanrının, biri hariç hepsini siktim.


yazıyorlar hayvanlar: patlatın fabrikaları, insanlar yozlaşıyor. kurtarın insanları yozlaşmadan. yozlaşmadan kurtarın insanları.. ardından kaçın.. kaç kaç kaç...

nerelere kaçıyonuz gene be..

allah.. lailahe illallah....

çek bi fırt..?

yok be hacı? hacı çek fırt...

nası çekiliyo olum bu? besmeleyle çekiliyo hacım... ya allah...

swıphhh....

ip gibi... kum gibi.... sanki... ellerimden kaçıyorlar... kaçıyorlar ellerimden.. kaç kaç kaç kaç kaç kaç kaç... polis geliyor... kaçmaaaaa..... noolursun kaçma.... yalvarırımm.. (fairuz derin bulut)

kaçmaaaaaaaaaaaaaaaaa...... garanti geliyor... kaskosu var kaçmaaa... kas kos ne lan? öyle saçma şey mi olur? kas kos... neymiş kaskosu varmış...

geliyor hayyam geliyor, elinde şarabı... hayyamlar geliyor, şarabı merlot şarabı...

tadı kırmızı... buz gibi...

hayyamlar şarabı. hayyamyamlar..

öldüren vardı eskiden, köpek öldüren...

bilir misin? çalışsın köpekler...

çalışın köpekpekler. köpek bekler, patron rapor bekler, köpek patron bekler..
çalışın çalışın çalışın... günde 700 parça istiyorum sizden, götüre iş bu.. çalışın köpekler, köpekler rapor bekler...

sürüler, hepsi sürüleri güder, sürüler gider, bildiği yoldan gider, kurda yem olur... sussss...

su... suda yürüyor kadınlar suda... susss.. patron hacı...

şşş, hacı... patron bakçan mı? ateş var mı ateş...? ateş et bakalım, patlatalım cigarayı... patlatalım. patpatlatalım...

pat pat pat?

kimsiniz?


siz kimsiniz? siz....

kimsiniz?

siz var ya siz, kimsiniz? kim nesi kimsiniz? kim ne sikimsiniz?

kibirsizsiniz. kibir istiyorum kibir... kibirsizseniz; kibir sizsiniz...


ateşsizseniz; ateş sizsiniz...

ateş edin, patlatın bombaları... patlayın... çalışın.. çalçalışın... çal çal çalışın...

hayyama alışın, prozactan kaçın, kaçkaçkaçın...

geliyorlarlar...

toplum geliyorlar... eriyorlar... küresel ısınıyorlar.

gazeteler yazıyor: vergileri kaçırıyorlar, küresel ısınıyorlar, çeşitliliği tektipleştiriyorlar, görmüyorlar...

görgörmüyorlar...

gör gör gör müyorlar...

sen gör... sen de gör... çok yaşamasan da olur.... ölsen de olur... hepsi olur..

kaç kaç kaçın yeter...

????

ne kafası bu? kafası neyin kafası?

ne kafası ?


orda hayyam var? hayyamın kafası..

hayyamlar var orda, hayyamlar..

hayyamyamlar...

yamyamlar geliyorlar...

geliyorlarlar...

gazetelerde yazıyor, geliyorlar, hayyamlarlar..

.......

21 Temmuz 2009 Salı

yeni konu başlığı

tekrar gelicem bi aradan, ölmedim fakat yaşadığım da söylenemez...

tahmin ettiğim gibi; elimde öyle güzel anlatılacak olaylar var ki... fikirlerimi doğrulayan...

yem olmadan, kendimdi satmaktan daha az yoruluğum bir gün tekrar dönüp anlatmayı planlıyorum. güneşi farketmiyorum artık, yeşili refüjlerde görüyorum, hep aynı yeşil; sonra eve dönüp uyuyorum... "uy"uyorum şu sıralar, yada hiç olmadığım kadar iki yüzlüyüm... (http://zendust.blogspot.com/2009/06/seni-secmiyorum-pikacu-icinde-patlasn.html)

tüm bunlarla bağlantılı şu an yaptıklarım: (http://zendust.blogspot.com/2009/05/toprak-bazl-yuksek-dozlu-laf-sokucu.html)

test ederek yaşıyorum ve prozac kullanmıyorum... aniden kaçıcam bir gün :)

http://zendust.blogspot.com/2009/05/doktor-merhaba-ben-geldim.html

http://zendust.blogspot.com/2009/04/21900-kere-aynym-aynsn-ayn.html

http://zendust.blogspot.com/2009/03/muhammed-ali-vs-baz-istasyonlar.html

http://zendust.blogspot.com/2009/01/syle-bana-kr-gzm-yalan-m-bunlar.html,


şimdi reklamları izlediniz; yakında gerçek olayları da anlatılacaktır.. sevgiyle kalmayın..

nefret dolun hayata ve isyan çıkartın... referans olarak beni verin torpiliniz olsun.

dönücem, evet!

5 Temmuz 2009 Pazar

hayat insanlarının normları ve torpil olgusu

Hiç hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar.

Hiç hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar.

Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar.

Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar.

Onlardan değilsen eğer,sana zalim derler .

Onlara aldırma Hayyam dostum... *(siyasiyabend)


bak şimdi, sözü dolaylandırmadan, teşbih yapmadan, mecazi mürsele değinmeden, betimleme yapmadan, hatta tanım bile yapmadan, en sade halk diliyle anlatıcam olayları... her şeyi gördüğüm gözle anlatacağım. belki ilk defa düşüncelerimi katmayacağım. diyorum ya salt gördüğümü anlatıcam, ve salt görülenler bilgi kategorisindedir, bilgi paylaşılınca kutsaldır...

bu anlatıcaklarımın tek bir kelimesi dahi yalan değil ve gayet öz... bana küfretmen için, benim gibileri bile bu zihniyete sokanları lanetlemen için anlatıyorum sana. liseden başlayayım anlatmaya. TM bölümü mezunuyum, düz liseden. o zaman da geleceğe dair hiç bir hayalim yoktu. ertesi gün yaşayacağımı bile düşünmezdim genelde.. üniversite mi? sikimde değil..
lise bitti "okumam" dedim, "bu ülkede okumak saçmalık" dedim bir sene sonra ailem yüzünden hiç çalışmadan sınava girip kocaelide 2 yıl turizm ve seyahat işletmeciliği okudum. muhabbetin, kuşkusuz, amına koyarak okudum, neredeyse hiç ders te çalışmadım. okul bitti. bitirene kadar da, "ancak aptallar ders çalışır" derdim. hala diyorum: "ancak aptallar ve köle olmak isteyenler ders çalışır..." değişmiş biraz..

bizonun (siyasiyanın solisti) sözleri ve sesi geliyor kulağıma. sürekli, liseden beri bu şarkıyı söyleyip duruyorum içimden. kafamın için de bir bizon murat besliyorum.

neyse üniversite bitti, ben her mezun gibi işsiz kaldım. tam iki yıl. şu ana kadar iki yıl işsizdim. gidip gelip, neredeyse para almadığım bir işyeri vardı son 6 aydır. laf olsun diye, bir de birşeyler öğrenirim diye gidip geliyordum ve turizmle alakasız bir yazılım firmasıydı. tanıdık işte.
yaklaşık iki yıldır dörtyüze yakın başvuru yaptım her sektör ve eleman arayan her firmaya (dünya rekoru 700küsur) birçok görüşmelere gittim. sakalım vardır normalde, okan bayülgenin son zamanlarda yaptığı sakal benzeri ve kesmekten nefret ederim. her görüşmede kestim sakalımı, küpelerimi çıkarttım, gömlek giymekten-kumaş pantolondan ve kravattan nefret ederim. istemediğim her şeyi yaptım görüşmelerde.

en iyi görüşmem bi bankayla oldu. 4 kademeli bir görüşmeydi, 4. kademeye gelmişseniz işi almışsınız demektir, dediler. ben üçüncü aşamaya kadar geldim ve elendim. neden mi? torpilim yokmuş, dolaylı olarak söylenen tabi...

neyse, bu gittiğim yazılım firması büyük iş yerlerine paket program yazan bir firma ve ben de altı aydır profesyonel kullanıcı olmak için gidiyordum. aslında profesyonel olmak için 1 ay yeterli. sonraki beş ay da boş kalmamak için gidip geldim. yazılım firmasının tanımadığı fabrika-şirket yok, ve ben de işi bilen bir kişiyim tabi. bu firmadan kaynaklı 15e yakın görüşme yaptırıldım. adamlar fabrikalarına, yazılan programın profesyonel kullanıcısını arıyorlardı, piyasa benden başka bu programın profesyonel kullanıcısı yoktu ama adamlar işe başkalarını alıyorlardı, adamlar herhangi bir mühendis yada ilkokul mezunuydular. anlamıyordum....

insanların ilişkilerine hiç kafam basmaz. bunu hayatımda defalarca söyledim, anlayamıyorum insan ilişkilerini.

uzunu sözün kısası, bu işi de zaten istiyor muydum? hayır tabiki. benim hayallerim böyle değil... benim yaşam amacım da o insanlara göre değil.. ama en azından askere kadar kendi tarlamı alacak parayı bulmam lazım, hiç olmazsa kendimi finanse etmem gerekli. farkettim ki, bunu yapmak için tanıdık bulmalıyım.

iki yıllık uzun bir uğraştan, 400 iş görüşmesinden sonra bir "yüce tanıdık" buldum. dedi ki: şu gün şu fabrikaya görüşmeye git...

en geniş halimdeyim artık. 400 görüşmeden sonra skmde değil sakalım, küpem şeklim vs.. en kendim halimle gittim, direkt fabrika müdürüyle görüşmeye alındım. ve daha önceden gittiğim 400 firmadan daha köklü ve kar marjı daha yüksek olan bir firma bu, yanı sıra doğanın daha çok içine eden tabiki...
görüşmede, adam cvye baktı, ordaki soruları tekrar sordu, tüm bunların üstüne ben: "x yüce kişisi aracılığıyla geldiğimin farkındayım, o yokmuş gibi bir görüşme yaparsak sevinirim" dedim. bir sessizlik oldu ve "biz seni arayacağız, tekrar görüşmek üzere" dedi.. bunu çok duymuştum, biliyorum aramayacaklardı..
ha tabi ek olarak; bu fabrikaya başvuru yapmadan 1ay önce önce, buranın beraber çalıştığı bir küçük çaplısına "vasıfsız-tecrübesiz işçi" olarak başvuru yapıp görüşmeye bile çağırılmamıştım.

ertesi gün sabahın körü telefonum çaldı, baktım; "biz sizi a fabrikasından arıyoruz" dedi,
-buyrun
- iş başvurunuz onaylanmış; mailinize, işe başlamak için gerekli olan evraklar yollanmıştır, yarın bu evrakları toplayıp gelip işe başlayabilirsiniz, dediler.
-teşekkürler;

telefonu kapatıp, ohaaa! dedim.
ne olarak başlayacaktım işe, hiç konuşmamıştık, ben turizm mezunuydum, fabrika otomotiv sektöründeydi. benim otomotivle alakam yoktu. işçilik derseler de sktr olup gidecektim zaten.

ertesi gün, x departmanı sorumlusu olmak için gerekli belgeleri getirdiniz mi dediler?
ne? x departmanı sorumlusu mu? iyi de ben bi bok bilmiyorum ki?
hahah sorun mu kardeşim, torpilin var...

şimdi mi?
evet, üç haftadır blogta yazamıyorum, eve gözlerim bilgisayar karşısında oturmaktan şişmiş, ayaklarım fabrika içinde koşturmaktan ters dönmüş bir şekilde geliyorum. haftamın beş gününü, hayatımın en güzel zamanlarını, gözlerimi, enerjimin tümünü ve aklımı fabrikaya makul bir ücrete kiralıyorum. gelen stress ve agresifliği de ikramiye olarak veriyorlar.

aldığım parayla yiyecek-barınma-giyinme ihtiyacımı karşılıyorum, yiyeceğim tekrar enerji olarak onlara dönüyor, barınma dolaylı olarak onlara dönüyor, çünkü bir evim olursa eve gelincede fabrika sorunlarını nasıl çözebileceğimi düşünürüm ve kıyafetlerimi de onların şartlarına uygun satın aldığım için kıyafetlerini giyerim. o aradaki boşluklarda da kendim olarak yaşayabiliyorum. ama kıyafetlerim benimmiş, düşüncelerim bana aitmiş gibi hissederim. hatırlar mısınız? çıplak kalın demiştim bir yazımda.. tamamen sebep buydu..

ha bunun dışında kalan harcamadığım paraya mı ne olacak? evet kendime kocaman bir tarla alacağım.toplam 2 sene sonra asker(!)den dönünce sktr olup gidicem. ama onların ihtiyaçlarına hizmet etmekten artan para var mı diye sorar mısınız? komik...

evet ben yine de gideceğim, şimdi yalnızca bir "normal insan hayatları belgeseli" çekiyorum. dostlarla sahip olduğumuz otonomumuzda anlatabileceğim hikayeler ve o zaman yazabileceğim kitabıma gerçekler biriktiriyorum. insan hayatlarını izliyorum, insanların hayatlarını... normal hayat(!) insanlarını... hayat insanlarını... üç kuruşa bedenininden fazlasını satabilcek kadar cüretsiz aptalların hikayelerini biriktiriyorum. hayat kadınlarının yanında gurursuz kalacak insanların yaşamlarına bakıyorum, dalga geçiyorum, sorular soruyorum ve çok yoruluyorum....

elimi arkama saklayıp sıkı sıkı tuttuğum bir "doğal hayat" var hala... normal insanlara göstermeden önce anlatıyorum, komikleşiyorlar. bir hayat kadını bekaretin değerini bilebilir hatta ne olduğunu bile bilir, oysa hayat insanları herşeyi unutmuşlar ve; hepsinin ceplerinde bir kredi kartı ve bir prozac kutusu sinsice gülümsüyor. bende onlara gülümsüyorum beni normal(!) sanıyorlar...

bu hayat insanları, hayat kadınları gibi değilde.... bu günün aptal sürtükleri gibi.. hani her gördüğüyle yatan, marka bağımlısı, beynini ve kendini unutmuş salaklar gibi.. hayat kadınları onurlu ve düşünceli ama muhtaçtırlar.

kendi içimde dönüp duran yazılarımdan sonra biraz farklı versiyonlarıyla, kesin karakterleriyle, genellemesiz bir biçimde geliyorum. toprak kokan zamanlarda anlatacak, sadece fikir değil olaylarla destekleyebildiğim yazılarla geliyorum...

belki de gidiyorumdur... daha seyrek burdayım. özleyin beni anacım. bayy.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Kafam kadar güzel misin doktor ? ben yine geldim.

selam doktor...

- geç otur şöyle, dedi.

e zaten oturacağım yeri gayet iyi biliyorum ben... her salı aynı kahverengi koltuk. yaşlı bir meşe ağacı gövdesi renginde. ama biraz daha homojenik... sanırım meşe kaplama mobilyalarla uyumlu olsun diye. belki de kim bilir; sakinleştirici etkisi vardır bu odada... yeri bile seçilmiştir, fikirlerimi olumlu kılmak için doğru bir yer seçmişlerdir ve budistler buna feng-sui derler... belki..

yine de rahat sanırım, insanın uyuyası geliyor ve sizi hafifçe kucaklıyor, tam istediğiniz yerlerden destekleyen bir koltuk, rengi dışında... köpek boku rengine de benziyor aslında... ama biraz daha homojenik. anlaşılan öyle yada böyle anlaşıyoruz bu koltukla...

en son doktor beni bu rahat koltuktan azad etmeden önce, milyonlarca fobim, ve bir de mizantropim vardı.. neymiş, insanlardan nefret ediyormuşum. o yüzden iş filan da bulamıyormuşum.

durdum bi an, doktor dedim, "son söylediklerinize göre bende olan şeyi buldum, üstelik teorisiyle bile kanıtlarım."

şom şom baktı doktor: "neymiş o?"

- "Coprophobia- Bok fobisi, var bende..." dedim. "tüm boklardan korkuyorum.." artık mizantropim uluslar arası düzeyde tescillenmek üzereydi, hatta dava bile edilsem yeridir dedim içimden. hep bu kahverengi koltuk yüzünden tutamıyorum çenemi, yada yine acit patlamaları yaşıyorum içimde...

deneme amaçlı bir iş görüşmesi yapacaktık aramızda sonra bana yine yardım edecekti doktor(!), protorip bir iş görüşmesi yapalım dedi.. prototip... sanayisel... deneme amaçlı seri üretim örneği... istenilen vatandaş. uyumlu şahış. sorunsuz kişi. ben değil biz kavramı olan ulusçu kişi... vay be.. prototip bir iş görüşmesi ha...
şahane..!

en çok "kendini beş yıl sonra nerede görüyorsun?" sorusunda takıldım. kendimi beş yıl sonra görmek zorunda mıyım? farzedelim ki varım, her şeyi planlamak zorunda mıyım? bu kadar inançsız olmak zorunda mıyım dedim?

inançsız mı? ne alakası var?

"çok alakası var... plan; kontrol altında tutabilmek için yapılmış gerçeğe uygun taslaktır. tarihin hiç bir döneminde şimdiki kadar hızlı yozlaşma görülmemiş ve dolayısıyla hiç bu kadar planlı da hareket edilmemiştir. insanlar saçmalıklar dışında hiç bir şeyi düşünmüyor. birileri birşeyler yapmalarını söylüyor ve bir kaç siyasetçi de çıkıp dünyada cennetin temellerini atıyor, sonra andavallar onların peşine takılıyor, reklamlarla desteklenince bi bakıyorsunuz ilah oluyorlar. benim gibi "hap"ları yuttukça onları uçarak takip ediyorlar doktor", dedim. "ve ardından o ilahlar, onların vazgeçilmez kahramanları ve herşeyi-inancı oluyor. bu bir kişisel inanç yozlaşması... antik yunanda bile insanlar ölünce kendi cennetlerine gideceklerine inanırlardı, mısırda, lidyada, asurda, iyonda, perslerde, incalarda, mayalarda...hepsinde... artık yok."

hala bir tanrıya inananlar var, farkında değil misin, devletler artık hiç olmadıkları kadar muhafazakar?

"evet doktor, canlı ilah tapınıcıları iş başında. reklamlarla ilah olanların tarafında ve dinindeyiz artık biz. baştaki ve bastıran kimse ondan-onun tarafından oluyoruz ve ilahımızı belirliyoruz. o ilahlar ki, insansı tüm hareketlerinden yoksunlar ve tam bir kahramanlar. halka bak doktor, herkesin bir kahramanı-ilahı-fatihi ve özendiği bir kimsesi var. dolaylı olarak bir ilahı. o ilahlara da dikkatli bakın, bize yansıtılan yanları insansı hareketlerden tamamen yoksundur. hiç birinin gerçek günlük hayatını görmeye tahammül edemeyiz, bu da ancak günümüz tanrılarına ait bir davranıştır. oysa antik yunanda tanrılar bile insansı davranışlara sahipti. örneğin afroditin zeustan çocuğu vardı. düşünsene, artık fuhuşta yakalanan bir siyasetçi bile istifa etmek zorunda, yada büyük bir şirket patronu herhangi bir günlük şekliyle yakalanınca "şuç üstü basıldı" muamelesi görüyor. oysa eskiden tanrıların bile kendi arasında fuhuş yaptıkları halk arasında konuşulurdu, yine de insanların gidecekleri cennetleri vardır. şimdi bir tanrıyı bırakın, ilahlığı öyle bir abattılar ki, insansı hareketler artık zaaf olarak görülüyor. buna ramen kişiler zinada yakalanırsa işinden istifa etmek zorunda kalıyor fakat herhangi bir devlet içinde fuhuş yapıldığı halde hükümet düşmüyor... bu mu muhafazakarlık?"

"anlıyorum.." dedi doktor. anlıyorsa neden öyle bakıyordu ki? neden konuyu değiştirme ihtiyacı duydu o zaman?"senin bir kahramanın - örnek aldığın kimse - ilahın yok mu?" dedi.

"ergen çocukların kahramanları olur doktor, o da en fazla 16 yaşına kadar. eğer uyutulmuyorsan kendi çizgini kendin çizersin, kimse hayat akışı olarak sana benzemediği için kimse kahramanın olamaz, insanların farklılıkları böyle anlaşılır. ama devlet bir kahraman yaratır, takip ettirir, kontrol eder."

illa devletin istediği ve sevdiği tiplerden birini kahraman olarak almak zorunda değilsin ki?

"nasıl psiyatr oldun sen yahu, azıcıkta sosyoloji hakkında bilgin yok mu doktor? kategorize et ve ona göre yönet toplumları. bir klasiktir bu..."

anlıyorum.

"anlamıyorsun doktor, koyunlaşıyorsun sende... devlet bir şeye karşıt olanları da kahramanlarıyla bir kategori altında topluyor. checiler(!), anarşistler, sosyalistler, cumhuriyetçiler, laikler... karşıtların bile kendi ilahları var, bu da onları yönetilebilir kılıyor."



halbuki tüm ilahların, zaafları(!) kırılmadır, örneğin cheyi gaz çıkarırken düşünün, kastronun ayakları kokuyor, dini ilahların çoğu belki de masturbatör manyaklar, siyaset liderlerinin küçük sapık fantazileri var ve eşleri tarafından reddediliyor ve eşlerine yalvarıyorlar, bikaç tanesi de iktidarsız, sizi işe alması için karşısında uslu çocuğu oynadığınız adam gizli eşcinsel, bir küçük recep tuvalette sıçıyor şimdi, yada bir devlet kurucusu belki sübyancıydı, ve ben eve gelip bulaşıkları yıkıyorum..

ben böyle düşünmeye "noel babayı çıplak düşün teorisi" diyorum.

bu durumda bunların zaaflarının yansıtılmaması onlara bilinçsiz bağlanmamızı sağlıyor, ve ilahlar oluyorlar. bu insanların dediklerini yapıyor, istemediklerini reddediyoruz. reklamlarla, istediklerine inanıyoruz ve olması gereken inançlarımız kayboluyor. ve ben tüm bu ilahları birer bok olarak görüyorum, benim (Coprophobia) bok fobim var doktor. anlıyor musun şimdi?

["Kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.” KARL MARX- el yazmaları]

-anlıyorum... senin Politicophobia'n (Politikacılara karşı duyulan nefret veya politikacı fobisi) yanı sıra Hierophobia'n (Din adamları veya dinsel şeyler fobisi) var, ha bir de mizantropin devam ediyor ne yazık ki..

....

oysa dediğim gibi benim sadece (Coprophobia) bok fobim ve hippopotomonstrosesquippedaliophobia) Uzun kelime fobim var...

anlamadın beni doktor...
boklardan nefret eden bir özgürüm ben.

anlamadın...

bişi buldum dehşet olmuş, ben de destek olayım dedim.

bunu yazan adamın kafasının çalıştığını düşündüğümden elini öpüp başıma koyuyorum.

http://cinsarayindakiprens.blogspot.com/2009/06/inadna-akp.html (ahanda yazı)

http://cinsarayindakiprens.blogspot.com/

1 Haziran 2009 Pazartesi

seni seçmiyorum pikaçu, içinde patlasın

yaşıyor musunn?....

...

yaşıyor musun?... sana diyorum... duyuyor musun beni?...

....

geceden sesleniyorum sana, gecenin ta dibinden bi yerlerden...
özgürlüğün tam ortasındayım... duy beni, gündüzlerin esiri.

duy beni... ...

duyuyor musun?...
uyuyor musun?...
yaşıyor musun?...

ben, gecenin ta derinlerinden, özgürlüğünden soruyorum sana, yaşıyor musun?

yoksa çalışıyor musun şimdi? seni gündüzlerin esiri...

yaşıyor musun? hangi manada yaşamak bu?

kelimeler, artık bilim camiasının esiri oldu, ve anlamlarını daralttı...

yaşamak; biyolojik belirtileri olmak demektir.

oysa bence; yaşaman, doğmuş olmanın herhangi sonuçlarından biridir ve istemin dışıdır... mı?

yoksa yaşamak, gülmek midir? gülebilmek...

oysa ben, güldüğü halde ölü olan çok insan gördüm, ki onlar insan bile sayılmazlardı...

gündüzlerin ışığı, kör etti seni; ve bilimin kısaltmaları beynini yıkadı...

duyuyor musun?...

...

ben, karanlığın tam ortasından, en verimli av zamanından sesleniyorum sana,
yaşıyor musun?

...

kalabalığa mı uyuyorsun?...

uyuyor musun?...

...

özgürlük ne anlama gelir gündüzleri? sana sunulan seçeneklerden istediğin birini seçmektir, değil mi?

geceleri özgürlük, kendi seçeneğini yaratmaktır. istenirse, "seçmemek özgürlüğüdür."
oysa gündüzleri "seçmeme özgürlüğü" diye bir şey yoktur.
dayatılandan birini seçmezsen ya ceza yersin ya ceza çekersin...

örneğin; siyasi partilerden birini seçmek zorundasındır, kendine bir iş seçmek zorundasındır, kendine bir dış görünüş seçmek zorundasındır, bir kıyafet örneğin, bir tarzın olmalı...

en basiti bir saç şeklin bile senin forsunu belirler, onlar sana seçenek sunarlar ve birini seçmek zorunda kalırsın...

ardından seçtiğin şeyin, kendi isteğin olduğuna inandırırlar seni...

...

duyuyor musun sesimi?...
yoksa uyuyor musun her sese?...

sen daha doğmadan, sistemin sana hazırladığı kıyafetlerin vardır.
milliyetçilik kıyafetleri, taraf kıyafetleri, ailesel yaptırım kıyafetleri, kurumsal kimlik kıyaferleri, özgürlük kıyafetleri, inanış kıyafetleri...

bir kıyafet seçmek zorunda bırakılırsın...

çünkü kıyafetlerden birini seçmek, senin özgürlüğündür...

ben geceden sesleniyorum sana, gecenin ta dibinden bi yerlerden... özgürlüğün tam ortasındayım... duy beni, gündüzlerin esiri.

ben seçmeme özgürlüğümü kullanıyorum... ve sana sesleniyorum:
yaşıyor musun?...
duyuyor musun?...
uyuyor musun?...

...

uyanık kal, uyumamayı seç...

çıplak kal, seçmemeyi seç...

ve en güzeli sarhoş ol karanlıkta...

....

duyuyor musun?...

25 Mayıs 2009 Pazartesi

bir blog gördüm sanki !


evet bir blog gördüm sanki, "aynı bana benziyo lan" dedim konu-tema açısından...

sonra okudum, okudum, okudum.... dedim ki: "ulan bu eleman benden daha güzel cümleler kuruyo lan"

sinir oldum bu arkadaşa, nie benden güzel cümleler kuruyo ki, neden benden daha eleştirel olabilio lan...

vel-hasılı kelam, yazıları okudukça okuyasım geldi, hatta "Deliler Gemisi" postunun da devamını istedim... hala gelmedi :)

yazıları beğenmişliğimden olsa gerek, "blogunun reklamını yapıcam lan blogumda" dedim..
bu arkadaş: Kumru'dur...

beynine, eline sağlık dileğimi burdan tekrar iletir, hala "deliler gemisi"nin devamını beklediğimi de bilmeni isterim :)

aha blog bu: http://hominivorax.blogspot.com/
aha deliler gemisi bu: http://hominivorax.blogspot.com/2009/05/deliler-gemisi.html


lakin son yazı da güzel olmuştur kannımca, fakat yorumu burdan yapmış olayım. dileğim tüm geçmiş yazılarının da okunmasıdır. öğreticidir, bilgilidir, sert sözlüdür..

anlamadığım şey: "küçük kara balık"ı yazarken hiç mi üşenmedin, gerçekten merak ediyorum... insanın canı sıkılır yazarken... :p


dip not: reklamı hangi yazıda nasıl bağlasam bulamadım, evet, saçma oldu... :D

21 Mayıs 2009 Perşembe

nası ülke lan burası


şimdi hepiniz tecavüz olayına kızmam gerektiğini yada tecavüzcü elemanın serbest bırakılmasına kızdığımı filan düşünüyorsunuz...


hayır bu kadar kalabalık bir dünya, kalabalığın getirdiği düzensizlik varken bu gayet normal bir davranıştır. çünkü normal düzende popülasyon arttıkça açlık ve saldırganlık da artar. bunu sevgili "bilim" söylüyor.

durum böyleyken; bu kalabalığın içinde yaşamak isteyen insanlar, böyle durumları kabullenmesi
gereken insanlardır benim mantığıma göre. bu kadar kalabalıkta asla düzen olmaz, burada yaşamak için düzensizlikten yaşamanın keyfini çıkartmak gerekir. daha doğrusu burda yaşamayı kabullenmek burada keyif almayı kabullenmeyi gerektirir.

bu durumda bu olaya bakarsak ancak tecavüzün keyfini çıkartarak olabilir...

bu mantıkla bakınca, işte sistemin her halukarda başarısız olan kulu karşınızda:
tecavüzcü...
tamamen bir gereksizlik abidesi.

ben kendimi hazırlamışım tecavüze, çünkü bu sistemin göbeğinde olmayı kabul ediyorum, tam tecavüzcüm beni götürüyor, hazırım...

küt, erken boşaldı....

nasıl bi ülke ki burası; tecavüzcü bile tecavüz edemiyor ve mağdur bunun keyfini çıkaramıyor.


ha derseniz ki, bu şeyleri biz istemiyoruz aslında vs vs... o zaman o sistemin göbeğinde ne işiniz var derim....
şehirler asla cennet olamaz, saçma bir kaos yuvasından başka hiç bir şey olamaz...

kendimizi avutmayalım.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

doktor merhaba ben geldim...


"geç otur şöyle" dedi...

e zaten oturacağım yeri gayet iyi biliyorum ben.. her salı aynı kahverengi koltuk. köpek boku rengi. ama daha homojenik.. aslında rahat birazda. anlaşılan bu koltukla anlaşıyoruz.

hayat gibi tıpkı.

geçen hafta bana majördepresifsin, dedi doktor.

öyle miyim, dedim..

tabiki öyleyim. baksana hiç mutlu olamıyorum. mutlu olacak birşey göremiyorum. insanlar eğleniyor, gülüyor onlar, onların güldükleri bana komik gelmiyor, gidiyor sözcükler...

alıp başını gidiyor her şey, ben yetişemiyorum, yetişemedikçe üzülüyorum, üzüldükçe hiç bir şey komik gelmiyor, sıkılıyorum, nefes alamyıyorum, bunalıyorum...

mutlu olamıyorum, mutlu olacak bir şey göremiyorum. hop! başa döndük..

yani geçen haftaya kadar böyleymiş(t)im.. bu hafta mutlu olacak eyler görüyorum, ama mutluluklarımın sahte olduğunu düşünüyorum, onların ardından yine mutsuz olucam diye korkuyorum, gerçekten...
bu vakte kadar hep mutsuz oldum, şimdi bu küçük güzel haplar yüzünden mutlu oluyorum. yasal torbacı; doktor! bana mutlu olmam için afyonu veren ilk arkadaşım gibi davranıyor, ve bu hafta diyor ki:
-mutsuz olmaktan korktuğun için; paranoya olmuşsun. şimdi ilaçlarının içeriğini değiştiriyoruz. haftaya salı tekrar görüşelim..

görüşelim, diyorum. elimde reçetem, sahte bir sırıtışla kapıyı kapatmadan gülümser gibi yapıyorum torbacıma, çıkıyorum.

gerçekten gülmüyorum çıkarken. gülersem mutsuzluğa dönebilirim, ama gülmek te istiyorum, her şey olağanca haliyle ilerliyor, ben bazen gülebiliyorum.

sonraki salı tekrar ordayım; yeni haplarımla bazen güldüm, sonra gülerken aniden ağlamaya da başladığım oldu, bi anda mutsuzken, içime bir karanlık ta çöktü sanki. her şey bazen o kadar çöküş unsuru bazen de o kadar mutluluk verici ki; gerçeğin hangi tarafta olduğunu anlamakta zorluk çekiyorum.

şimdi ben her şeyden mutsuz olurken veya kahkahalardan boğulurken, hayat ellerimden akıp gidiyor. lanet olsun bi türlü yakalayamıyorum hayatı !
ama arkasından gerizekalı bir çocuk gibi koşmam o kadar komik ki....

o kadar komik ki.. beni manikdepresif yapıyor.

lanet olsun, ardından obsessifcompulsive yapıyor. ardından fobiler başlıyor hayatıma dair.
önce Hedonophobia (haz duyma fobisi) oluyorum, sonra bu Medomalacuphobia'ya dönüşüyor (Seks sırasında cinsel olarak haz almama fobisi)...

nası bi hayat yaşıorm artık farkında değilim, tek işim fobilerimle uğraşmak oluyor. fobilerim tetiklenme sırasıyla bir yıl içinde şunlar oluyor ve geçmiyor fobilerim:

Oneirogmophobia- Seks rüyaları fobisi.
Homophobia- Monotonluk , homoseksüellik veya homoseksüel olma fobisi.
Hamartophobia- Günaha girme fobisi
Ereuthrophobia- Utanıp kızarma fobisi
Glossophobia- Konuşmaya çalışma ya da toplum içinde konuşma fobisi.
Allodoxaphobia- Fikir yürütme veya övgü alma fobisi
Katagelophobia- Küçük duruma düşüş fobisi
Hereiophobia- Düzeni değiştirecek radikal bir hareket veya ihtilal yapma korkusu

ardından bir avuç hap içmeye başlıyorum, sevgili bilim benim için sürekli yeni hastalıklar geliştiriyor.

her gün yeni bir hastalık çıktıkça, bilim adamları yeni ilaçlar çıkıyor ve yeni ilaçların alternatifleri de çıkıyor.

yıl 2009 ve yılda 15000 yeni ilaç piyasaya sürülüyor. yapma doktor! daha bu ilaçlara yeticek kadar hastalık çeşidi yok elimizde...

doktor: o zaman senin yeni fobilerin var evlat diyor.

Hydrargyophobia- İyileştiren ilaçlar fobisi.
Pharmacophobia- İlaç kullanma fobisi

hop! iki yeni fobim ve iki yeni ilacım oluyor. ardından bunların heposine inanmam için sebep sormaya başlıyorum, artık tedaviye başladığımdan daha mutsuzum, sürekli gülüyor ve uyuyorum ama içim eksik. bomboş hissediyorum, evrenin karadelikleri içimde sanki... ruhum uyuştu bu haplardan.

doktor bana: bunlar yanlış olamaz, hepsini bilim buldu, bilimsel adları var diyor.

bilim bir saçmalık doktor diyorum, bu isimleri de sadece latince, seni gerizekalı..

Hellenologophobia- Yunanca deyimler ya da kompleks bilimsel terminolojiler fobisi
hop! yeni bir fobi...

ne çok fobim oldu diyorum doktora, söylediğim her şeyin bir fobisi var doktor, düşünmek bir hastalık sanki artık...

Phobophobia- Bir fobiye sahip olma fobisi.
Ideophobia- Fikir fobisi
hop, iki fobi daha..
---------------------
doktor merhaba! ben geldim. elinizde ne işe yaradığını bilmediğin ilaçlar var mı? sen ilaç sanayiine hizmet eden şeytanın tekisin, artık ilaçlarından da senin tedavinden de korkuyorum. amacın ne doktor?

Pantophobia- Her şeyin fobisi..

o kahve rengi koltuk mu? onu hatırlayamıyorum, her hafta nerede oturduğumu farketmiyorum terapi! odamda. artık, tamamen sabitleştim, haplarımı kullanıyor, düzenli olarak isteneni yapıyor, günde 15 saat uyuyorum.

sistem ve bunun yardakçısı psikiyatrlar-doktorlar-yargıçlar-bilim adamları bunu daha fazla yapmamı sağlıyor. ve kopamıyorum sistemden...

zincirin bi parçası olmak zorunda değilim, istenilen standart-emsal vatandaş olmak zorunda değilim, ama sistem yutuyor. içine çekiyor. tek kurtuluş..

mınıskm doktor.. bana psikolojik tedavilerin olumlu olduğunun garantisini ver... vermezsen...

gülegüle sana, ben intihara gidiyorum.

rahat olduğum bir dünyaya gidiyorum. sana göre intihara, bana göre sitemden kopmaya, ölüme gidiyorum.

toprağa gidiyorum...

kendi arachibutyrophobia(Fıstık ezmesinin damakta kalması fobisi)mla mutlu olmaya gidiyorum..







-devamı gelir..




5 Mayıs 2009 Salı

toprak bazlı yüksek dozlu laf sokucu



seyrederim, seyredersin...

seyrederim... seyredersin...

seyreder de görmezsin belki; kim bilir?

kim bilir bir sabah uyanırsın, dersin ki kendine: ulan ne güzel bi gün lan. kapımda arabam var, ev benim, plazma tvim, buzdolabım, akşama fitness var... var ulan var.. yaşamak bu..!

o gün pazardır, olmadı cumartesi..

pazartesi saat altı buçukta kalkar paşa paşa işine gidersin. üstüste 5 gün. bu durum da, iyi bi yere gelebilmişsen böyledir, artık insanlar haftanın altı günü çalışıyor farkında mısın? bunun sonu yok ...

haftanın lanet altı günü işe gidersin, asgari ücretini alırsın. ve bakarsın eline 550 Tl geçmiş. sevinirsin birde deli gibi.. 200ünü yeni plazma tv, yeni koltuklar, yeni cep telefonu vs almak için biriktirmeye ayırırsın... zekisin sen çünkü, paranın kıymetini bilirsin.

öte yandan, eline geçen 566 liranın 100 lirasını kesintiler adı altında devlete, ssk'ya bırakır düşünmezsin bile. ayda 100 liradan yılda 1200 lira yapar. devlet senin başında bütünlüğünü korumak ve güvence altına almak için bu kesintiyi yapar. haklıdır.. sağolsun devletim benim.
sonra tüm bu eşylarının evinin, babandan kalan köydeki bahçenin, arabanın, sigorta primlerinin, dayanıklı tüketim mallarının, bankadaki paranın, haberleşmenin, çöpünün, kullandığın çevrenin, doğalgazının vergisini verirsin. e tabi, o yüce devlet kurumu bunları da sana sağladığı için bir miktar ona da ayırman gerekir. bu vergiler de yılda iki ay verirsin altışar ay arayla, ohhh koymaz bile sana.

hemen bilinçli bir vatandaşlık görevi olarak beyannameni doldurursun, vergi dairene gider, vakti geldiği zaman hepsini peşiin peşin verirsin...

devletin seninle gurur duyar. senin için seçim arabaları çıkarır basbas bağıran, bide mitinglerde belli alanlar sağlar...

sahi miting demişken, bir mayısta o polisin ayağını kıran gerizekalı, (haber programlarına göre: vandalist) vandalistlerin yüz karasıdır. devletin ve vandalizmin en çürük parçasıdır, yazıklar olsun ona.

hepsinin ardından, vergilerini verip eline kalan parayı kastediyorum, elindeki para 300 liradır. aylık 200ünü de ayırdıktan sonra elinde alnının teriyle kazandığın 300 liran vardır. yenmeyi bekleyen.

bakkala girersin bir paket sigara alırsın %18 kdv verirsin, şeker alır %8 kdv verirsin, yiyecek içecekte %8 kalanlarda %18 kdv verirsin, evine su faturası gelir ona da kdv dahildir, telefon faturasına da...

üstelik telefon faturasına dikkatli bakarsan iki farklı kdv vardır. 1- kdv miktarı; 2- kdv matrahı..
"ulan bu ne olaki lan iki dane gadeve geydirmişler" dersin ama umursamazsın. sen devletin gurur duyduğu, hakkı yerindeyse, kaliteli bir vatandaşsındır.

elektrik faturan gelir, ona da kdv dahildir, "e ama vergisini verdiydik biz bunun" demezsin... çünkü zekisindeir sen, paranın kıymetini bilirsin.. devlete karşı çıkılmaz yoksa tüm paranı elinden alır senin, bide içeri tıkar.

haa sahi hepsinden ziyade sen bide askerlik yapmamışmıydın sen bu vatan için? hani en verimli ve en güçlü yaşların olan 20li zamanlarının 18 ayını oraya vermiştin.. ha bide vergiler var, ha bide asgari ücret kesintileri, ha bide alırken verdiğin stopaj vergiler.

ulan sen var ya, harbiden zeki adamsın be vandalist. sen bu devletin pek sevgili kulusun.
gerçekten, haber bültenlerinin dediği gibi: yazıklar olsun sana vandalist.

sen vandalistlerin yüz karası, lumpenliğin dibine vurmuş aptalın tekisin. madem bu kadar sevgili bir vatandaşken eline bir kafa kırmak, bir bina yıkmak, bir eylem yapmak fırsatı geçiyor. sen bacak kırıp, cam kırıp, yürüyüp, gazını çıkarıp dönüyorsun.

sonra pazartesi sabahı altı buçukta kalkıp paşa paşa tekrar işine gidiyorsun... üstelik belki altı belki beş gün..

farkında mısın bunun sonu yok... ya vandalistsen bi vandal olmalı yakıp yıkıp yeni bir sistem kurulana kadar canını vermelisin, yada uzlaşıp gözünü açıp yeni koşullar getirtmelisin. ki tercihim can yakılmamasıdır..

iyisi mi sen hiç can yakılmaması için iyi bir vatandaş ol..

kim bilir 50-60lı yaşlarına geldiğinde devletin sana bi güzellik yapar da, ssk kuyruklarını kaldırmayı başarır. ha tabi şimdi ilaç alma süren 10 günde bir maksimum. o zaman ayda bir olabilir ona karışmam. ilacın da 7 günde bir bitiyorsa benim elimde değil canım. hesabını biliyosun ya dikkatli iç...

ha seni bu hastalıklara iten şey, devlet ve onun içerdiği sistemler kargaşalarıysa, bu da benim elimde değil..

e bu sistemi sen istedin.. susmak kabullenmektir..

değil mi dir?



o zaman seyret bak..



seyredelim, seyredersin..

seyrederim, seyredersin...

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Nefret Bulantıları ve Küçük Renkli Şeyler

Nefret bulantılarıyla uyandı sabah..Bir sigara yaktı.. Odadan çıkıp mutfağa gitti çay demlemek için, bir yüz gördü kustu... Bir yüz gördü sustu.. Bulantısı geçti.. Sonra bi sigara daha yaktı. Haberlerde birileri birilerini doğruyordu, fenerler yanıyor fenerler sönüyordu... Bir fener yaksa olur muydu? Ne bileyim, olur muydu?

Çay demlendi, kokusunu çekti burnuna çay sevmeyen insanları anlayamadı.. Salatalık ve havuçları soydu... Kahvaltı sofrası iştah uyandırmalı renkli olmalıydı... Dışarıda ve içinde olmayan o rengi görmeliydi gözleri günde bir kere de olsa... ses yoktu bu sefer,  ses olmalıydı, suskunluğunu bastıracak yalandan bir ses ne söyleyeceği önemli değildi. Oturdu olabildiğince yavaş kahvaltısını etti. Bulantıları gene başladı bi sigara daha yaktı.

Dışarı çıkıp nefret dalgasının içine karışma vakti gelmişti.. Eskiden direnirdi. Her yanını kas ağrıları kaplardı ne yazmaya elleri ne yürümeye ayakları kalırdı. Sonra zevk almaya çalıştı bu sefer eve döndüğünde sahtekârlığının gözyaşları içine gömdü kendini. Artık olmadığı bir şeyin içinden çıkartmaya çalışıyordu kendini. Hem kendisi hem yüzler hem sözler onu o kadar çok gömmüştü ki bir çuvalın içine artık boğuluyordu. Artık kendi gözleriyle değil çuvalın delikleriyle görüyordu her şeyi. Aslında bu çuval onu her şeyden koruyordu. Çünkü ne tam duyuyor ne tam görüyordu.. Onu üzecek şeylerin hepsinden bir çuvalın içine girerek kurtulmuş saklamıştı kendini.. İçindeki her şeyi korumak için ve dışındaki her şeyden korunmak için çuvalın içindeydi. Dün gece sıyırıp attı üstünden çuvalını ve nefret bulantıları öyle başladı. Küçük renkli şeyler vermişti bakkal onlardan içiyordu geçsin diye bulantıları.. Tamam, renkli değildi ama bir renk bulmak istiyordu onlarda.. “Renkler hep vardır mesele onları bulmakta” diyen anlayışa inanarak... Minibüslerden nefret ediyordu, özel taşıtlardan da.. Özelinin de toplusunun da ta bir yerlerine “oturmak” istiyordu. Yanına oturduğu insanların kalçaları ve kollarıyla temas halini sevmiyordu..nefeslerini duymak da istemiyordu...

Kampüse vardı, adına şenlik dedikleri şeyden vardı insanlar atlayıp zıplıyor, kahkahalar atıyor “kuşlar gibi” cıvıldıyorlardı canlarım... Kalabalıklardı.. Hiçbir zaman insanların bu kadar çok insanla birden eğlenebilmesini anlamamıştı. “Bir insan herkesi sevemez herkese bu kadar yakın olamaz” derdi inatla.. Ama artık önemli değildi.. Çünkü hepsini aynı görüyordu gözleri siyah ve beyaz... Ama hiç beyaz yoktu öyle ki aynaya baktığında bile siyah vardı... Kendisinin de et yığını olarak gördüğü diğerlerinden bir farkı olmaması sıkmıyordu canını çünkü üzümler birbirlerine baka baka kararırdı... Baktığı her insan yüzünde, içinde siyah bi leke bırakıyordu.. Bakması bu lekelere neden olurken konuştuğunda olanlardan hiç bahsetmiyorum...Ki artık kimseyle konuşmuyordu.. Konuşmamayı en etkili yöntem olarak görüyordu sakinliği yakalamak için, ama her geçen gün içindeki nefret bulantısı çoğalıyordu.. Bi sigara yaktı yakındaki bir ağacın altına oturdu.. Simsiyah bir yüzün geçmekte olduğunu gördü, bulantısı dayanamayacak bir hal aldı, yanına gitti, simsiyah “şey” konuşmaya başlar başlamaz dayanamadı, kustu..

Yaşadığı zevkten beyni uyuşmuştu adeta... Renkli şeylere gerek yoktu bugün...Çünkü her şey renklenmişti birden. Sırtüstü yattı... Bitmek bilmeyen dalgaya bıraktı kendini... Bir fener yandı...Dönüyor...dönüyor...dönüyor... Hiçbir yere gidesi yoktu... uçtu uçtu yok oldu... Ondan geriye bir tek çuvalı kaldı...

22 Nisan 2009 Çarşamba

21.900 kere aynıyım, aynısın, aynı

uyanıyorum. yine aynı sabah aslında.

yatıyorum... akşam olmuş. yine yatıyorum. kalkıyorum, akşam oluyor, yine yatıyorum. sonra uyanınca akşam oluyor, yine yatıyorum. ardından, akşama tekrar yatabilmek için kalıyorum, akşam oluyor, yatıyorum. sonra kalkıp tekrar yatıyorum.

uyanıyorum... pazar olmuş. hafta içi değil. yine aynı sabah aslında.

var mı günlerin birbirinden farkı?

her gün, her allahın günü, allahın her lanet olası günü, her sıradan sabahın körü, sen işe giderken güneş arkandan doğuyor.

ve umursamıyorsun... aklında binbir soruların var.. olması gerekenler, ideallerin, sorunların, belki nişanın yada düğünün.. almak istediğin araba, evin ve o lanet olası evin masrafları. bu ay maaşının ne kadar yatacağı. o lanet olası maaşın. giderlerin- gelirlerin- gelmezlerin- olmazların- olmalıların.. işin, işinin stresi..

güneş arkandan doğuyor. ve sen, işine daha gitmemişken güneş seni çoktan geçmiş oluyor. sen güneşi umursamıyorsun...

akşama evine gidip yatıyorsun. ertesi sabah uyanıyorsun. belki pazar yada cumartesi.. farkı yok...

diyorsun ki, "daha çok çalışmalıyım dostum. o güneşi emekli olunca doyasıya izleyebilirim. doyasıya tatil beni bekliyor. ta ki ben 40 sene çalıştıktan sonra, sınırsız tatil. ver elini özgürlük."
uyanıyorsun, lanet servisçinin yüzü karşında. aynı caddeler, aynı sokaklar, aynı yollar, aynı duraktan alınan aynı insanlar, işine vardığında aynı ortam, aynı insanlar, aynı dönüş yolu, dönüyorsun, aynı ev... aynı her şey..

her şey aynı...

"sınırsız özgürlük vakti"ne kadar, şu koca dünyada sıkışıp kalıyorsun !

buna, dünyaya yalnızca bir kez geleceğin için tahammül ediyorsun. diyorlar ki sana: "dünyaya yalnızca bir kere geleceksin evlat, bu günler geçecek." sen de buna güvenip, geçecek günleri beklemeye koyuluyorsun. "nasıl olsa bu acıları bir kere çekeceğiz" diyorsun.

eğer tanrı sana, "bu hayatını nasıl yaşarsan, aynı şekilde sonsuza kadar tekrar tekrar yaşayacaksın" deseydi, eminim, kimse bu acıları bekleyerek geçirmek istemezdi. eminim; tek bir kötü güne bile tahammül edemezlerdi. her acıyı tekrar yaşadığını düşünsene...???

her şeyin aynı olması acısına, medeni- teknoljik dünyada tahammül ediyorsun. her gün aynı olan bir şeyin özlemini çekmeye özlem duyuyorsun, ama bunu farketmiyorsun bile. aynı olan her şey o kadar bıkkınlık verici ki...

o baktığın binalar asla değişmez dostum, o arabalar aynı kalır hep, arabalarıyla geçenler de , orda duran asfalttan da torunların bile bıkacak. çünkü günün 24 saati, haftanın 7 günü, ayın 30 vakti, bir yılın her anı onları hep orda bulabilirsin.

ve işin-evin, dağılmış bünyen gereği, yılın o lanet 356 günü de oradan geçersin. hep aynıdır. sonra evine döner yatarsın.

uyanırsın yine aynı sabah...

yatarsın akşam olmuş.. yine yatarsın sonra. sonra yine yatarsın. yine uyanırsın. ertesi gün bi daha.. hiç bir günün diğerinden farkı yoktur, pazar bile olsa...

güneş hep orda bi yerlerden doğar. umursamazsın..

umursa...!

güneşi umursa artık ! onun ne tarafta kaldığına dikkat et..

sen onu umursamazsan, her gün o, seni hızla geçer. her şey aynı gözükür. her şey aynılaşır. her şey aynalaşır. her etrafa baktığında harabolmuş kendini görürsün. yada kendine baktığında harabolmuş herşeyi görürsün. ne farkeder ki?

güneşi umursamazsan, güneş seni yıkar.

güneşi umursamadığın; bir yılda 365 günden, 60 yıllık bir hayatın toplam 21.900 küsur gününde her gün aynı manzarayı görürsün. hiç değişmez onlar! değişimleri de sana mutluluk vermez. değişimi sana mutluluk vermeyen herhangi bir şeye sahip olmak mutluluk verir mi?

vermemeli...


aynı şeyi 21.900 kere görebileceksen, sahip olabileceksen kıymetli değildir.

güneşi umursa dostum...


bir ağaç, güneş olmadan çiçeklenemez. o, işe giderken gördüğün yolların arasındaki refüjlerde kalan aynı çimlerin bile güneşe ihtiyacı var.

o çimlerin bile kusursuz bir yeşil olduğunu, 60 yıllık hayatın boyunca en fazla 60 kere görebilirsin aslında. ama yanlarından 90 km hızla geçince umursamıyorsun. bir bitkinin çiçek açtığın, bir ağacın meyve verdiğini hayatında en fazla 60 kere görebilirsin... leylekrin aynı yerden geçtiğini en fazla 60 kere görebilirsin..?

umursamadığın doğa bile güneşi umursar...

bir yıl içerisinde hiç bir sabah, aynı doğaya gözlerini açamazsın...!

doğa güneşi umursar!

doğa değişir, her gün farklıdır...
aynı şeyi doğada en fazla 60 kere yaşarsın.

doğa seni umursamaz!

akşam olur yatarsın, eğer doğaya göre hareket etmemişsen, bi gün onu gerçekten umursamak için daha çok çalışırsın.

uyanırsın.. yine aynı sabah..

uyanırsın, her yer aynı..

uyanırsın...

"nah uyanırsın... kalk da eline bi toprağı al. yaşayan bir şeyi incele. bir çiçeği örneğin. onu, o anki şekline sahipken, ne kadar az tekrar görme şansına sahip olduğunu farket. ona sahip çık. emekli olduktan sonra zaten harcanmış oluyorsun. bunları görmek için gözlük almaya çabalarken bile hastanelerde sürünerek ölüyorsun" demez kimse sana.

şu an diyemez...

onlar, ya ölmüş yada hastane kuyruklarında heba oluyorlardır... kim bilir hatalarının farkında bile değillerdir belki...

ama doğa onları umursamaz, her gün yeni bir sabaha açar güneş...

umarım yeni bir çiçeğe uyanırsın bir gün.

21 Nisan 2009 Salı

uyanış ninnisine dair


yokluğuma yattım ve uykuya daldım;


bir sonraki adımda olmamak için
dualar savurdum tanrıya,

inanmadım,

tanrı da inanmadı...

yalnız kaldık yoklukta,
koca bir boşluktu yokluğumuz.

olmayan bir boşluk...

ikimizde kaybolmuştuk...
bomboştuk..

biz ancak kavranabilir saçmalıklardık.

tek varlığımız boşluktu.


inancımız; kaybolmuşluk.....




(2 aralık 2007)

14 Nisan 2009 Salı

ergenekon dalgası

gidişata bakıyorum, eskiden böyle değildim ben...

örneğin arjantindeki, danimarkadaki, kübadaki, irandaki vs siyasi hareketleri ve büyük davaları takip ederdim.

bana bi giren çıkan yoktu, öyle eğlence olsun diye... yada merak mı denir, neyse işte..

bide derler ya adamın başına ya meraktan diye.. bana hiç merak ettiklerimden bişi gelmedi. aksine neye karşı kayıtsız kaldıysam yada neyi gerçekten hiç merak etmediysem; o olaylar hep ilerleyen süreçlerde karşıma çıktı ve ben "ulan her bi zıkkımı merak ediyosun, buna da bi göz atsaydın şimdi böyle olmazdı" derim kendime.

şimdi bakıyorum ki yurtta bi ergenekon dalgasıdır gidiyor. gelmiş on küsuruncu dalgaya, milleti bi dalga muhabbetine toplayıp duruyorlar.

bi kaç zaman önce de "iddaname" diye bişi vardı, yok açıklandı yok açıklanmadı. sonra dendi 2bin küsür sayfa filan. (ne yani bi gazete 2000 sayfalık "idda" eki filan mı vermiş) (ulan bu ülke insanları kafasını bitek futbola yoruyo be ) ben iddanameye bile daha bakmadan, kim kimi topluyo-yu bile çözmüş değilken; hatta ergenekon bi örgüt müdür, eylem midir, dernek midir, operasyon mudur anlamamışken...

... ve hiç te merak etmiyorken, daha dün yine birileri alındı içeri. ve bu konuda, "bak bu içeri alındı", "bak bunu da toplamışlar"dan başka bişey duymadım.

hatta olayın özünü bilmememe ramen birini duyduğumda "ulan o da mı ergenekonluymuş lan" filan diyorum.. :)

hatta hepsini bi kenara bırak bu açıklanan ikibin küsur sayfalık iddanameyi benim okumama izin var mı onu bile bilmiyorum...

şimdi şöyle bi bakıyorum da;
ben bu konuya olağanca kayıtsızken, içeri alınan isimler gittikçe küçülüyor ve yaklaşıyor. sanki bi gün kapıyı çalıp beni de apar topar götürecekler gibi.

ve ben bu konuda daha adam gibi bir haber bile izlememişken, beni götürürlerse ne yapçam lan..?

bana dicekler "sende ergenekonlusun", "yok ben bilmem" dicem, ona da inanmazlar.

yardım edin lan bana... ziyaretime gelirsiniz dimi lan? hem ordan bloga yazı da yazılmaz şimdi. "anarşik şerefsiz" diye dayak filan da yerim lan ben.. yollamayın lan beni..

12 Nisan 2009 Pazar

Midnite alleys roam, Never saw a woman...

bu ülkenin insanları artık ikiye ayrılmıyor. ciddiyim..

eskiden, çok çok eskilerden, taa ki benim çocukluğumda bu ülkenin insanları ikiye üçe ayrılıyordu.. bilemedin beşe...

bu güzel bi durumdu, iç karışıklık çıkarma tehlikesi olsa da ülke içi çeşitlik olması insanların bilincini genişletir, kültürel renklilik kazandırırdırdı... insanlar cephelerin farklılığını, diğer düşüncelerin de var olduğunu, kültürlerin kaynaşmasını, ılımlı olmayı öğrenirdi.

kim bilir, belki muhafazakar bir müslüman para babası bir yahudiyle muhabbet edebilir; fasfakir bir ermeni asıllı, bir türk gladyatörüyle karşılıklı çay içer, aynı mahallede yaşayabilirdi.. bunlar vardı eskiden.

allah bilir, bu çeşitliliğin çocukları aynı mahallede top koşturur, kör ebe oynar, birbirlerine küfreder, bir saat geçmeden saklanbaç oynarlardı. kimse de küfürleşmelerine bile bozulup gücenmez, "çocuk işte" derdi...

ama eskidendi bunlar, çok eskiden... taa ki benim çocukluğum kadar...

misal; yıllar sonra öğrendim ki, çocukken en yakın iki arkadaşımın biri alevi biri kürtmüş... bir de ermeni varmış ama o hasta diye annesi sokağa çıkarmaz, o sebepten bayramdan bayrama görüşürmüşüz..

oysa şimdi...

bütün ülke tek renk... bütün ülke tek kafa, tek parça, bütün kara parçası yeknesak...

bu kadar biteviye bir durum... tıpkı çocukluğumdaki 23 nisanlarda sağa sola asılan haritalarda türkiyenin boydan boya çakma kan kırmızı olması kadar biteviye ve ucuz bir durum. ucuz ve sahte bir renk...

sahte bir renkle boyanmış, bu rengi damarlarındaki kana karıştırmış, gerçeklerden bi haber, çeşitliksiz bir halk görüyorum... ve en önemlisi tek parça tabi...

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/11405133.asp

http://www.ntvmsnbc.com/id/24953092/

bu haberlere baktığınızda, göze çarpan şeyi bana söyleyin.. ve soru sorun bana.. bana kim olduğumu sorun. bana ülkenin durumunu sorun. bana renkleri sorun. bana paranın durumunu sorun. bana uçağın özeliliklerini sorun. bana başbakanı sorun. bana çocukluğumu sorun. bana milliyetçiliği sorun. bana militarizmi sorun. bana çeşitliliğin ne anlama geldiğini sorun. bana hayal ettiğim dünyayı sorun. bana bü dünyayı sorun. bana kredi sistemini sorun. bana IMFi sorun. bana uçak tesislerini sorun. bana bu uçağın fiyatını sorun. bana bu ülkenin IMFten kaç para kredi istediğini sorun.

bana IMFten alma ihtimalimizin olduğu 40 milyar doların ne yapılacağını sorun, bana başbakanın kaba etlerinin keyfi için bir uçağa 60 milyon doları nasıl ayırdığını sorun...

vergilerimizin nereye gittiğini sorun, sonra neden uluslar arası kredi aldığımızı sorun. işini bilmeyen girişimcinin neden battığını sorun.

bana sorun ki: ananı da alıp gitmek istyior musun?

evet derim..

"sktr olup gitmek istiyorum, başka bir ülkenin vatandaşı olmak, halka insan muamelesi yapıldığı bir ülkenin vatandaşı olmak istiyorum" dermisin? diye sorun...

evet derim !


ve en son kendinize sorun ki: "biz bu başbakanı uluslar arası kredi alıp, bi kısmıyla kendine uçak alsın diye mi seçtik..? "

evet bunu sorun.. bir kez..

elhamdülillah ve hamdolsun...

8 Nisan 2009 Çarşamba

yazmalamak ( 15 nisan 2007)


-ilk blog yazımdır. bi an notların arasından çıktı. noktasına dokunmadan paylaşayım dedim, bana nostaljik geldi. sana nasıl geldi?

farkettim ki küçük boşluklarda insan (ben) hemen düşüncelere dalıyor. ( her nescafe için su kaynatışımda o küçük boşlukta düşünmeye başlarım. sonra nescafeyi yaptığımda yazmaya başlarım. hep bu fütursuzca düşüncelerimden bahsetmek istemişimdir yazarken...) ( ki nescafesiz yazamama problemimi sanırım şimdi çözdüm; öncesinde düşünmem gerekliymiş.) [ama işin acayip tarafı o nescafeyi alır, sonra kalemi kağıdı toparlayıp yazmaya başladığımda düşüncelerimi aynen yansıtamam yada farklı şeylerden bahsederim gibi gelir. mesela şimdi: "düşünüyorum, öyleyse varım" cümlesi geçti aklımdan. bu da apayrı bişidir. yazarken yada yazmaya çabalarken başka şeyler düşünmeye başlarım. tıpkı benim bu cümleyle var oluşumu kanıt çabam gibi. düşünüyorum, öyleyse varım ; kanıtı yazdıklarım...] (nasılda kafiyeli oldu ) -kafiye olsun die ööle dedim zaten- ( e o zaman yazmazsam düşünüyo olmaz mıyım derim sonra kendime bu uzaaaar gider.. ) (neyse konuma geri döneyim)

Bu küçük boşluklardaki olası düşünceler zorlar bazen insanı. ( ki aslında en çok zorlandığım konu yazmak galiba... yazmak aniden gelir çünkü, kanser yada bi öksürük koması gibidir; aniden gelir sarar insanı ve o anda yazmadan duramazsınız. [öksürük koması ne lan?] vücudundaki her parça ona konsantre olur ve sadece ona odaklanır. beynin uyuşmuş gibidir)

{ ( M.J.'nin yaptığı kafa hiç bişiye değişilmez, hiç bişi yoktur etrafta, yani vardır da algılamzsın, algılarsın da takmazsın. önemli olan senin var oluşundur. bu açıdan biraz da cocoyu andırır sanki. ama bu daha bir kör eder, yürürken yolun önemi yoktur sanki yollar geçeraltından sen beklersin. [beyin uyuşması böyle bişidir seni denyo. az önce " beyn uyuşması ne ola ki?" diye sorduğun sorunun cevabıydı bu parantez]) } (beyin uyuşması da öyle acayiptir ki tıpkı MJ gibi. bacakların yoktur yada nasıl oturduğunun önemi, altındaki koltuk, önündeki masa hatta elini bile algılamazsın yazarken, çıkan kamburunu da... kalemi beyn gücüyle oynatıp istediklerini yazdırıyorsun gibidir. Ve yine; yazmak beyn uyuşması gibidir. )

İnsan da zorluklarla mücadele için yaşar. ( tıpkı benim şimdiki yazma mücadelem gibi.) ( ama iyi kötü olcak galiba be 3. cümleyi bitirdim )

Ve zorluklara ramen yaşam güzel şey (mi?)dir.

(olabilir... bazen, belki... kesin kimi zaman, galiba, evet...) (tüm zorluklara ramen ben de şimdi yazıcam lan! ) [bi gün çıkacak olma ihtimali olan, olası kitabımın backround fikirlerin saptırıp, karıştırıp, harmanlayıp, evirip çevirip ( kimi zaman parantez içi ve dışında - ki başka yer kalmıyo zaten-) burda yazmaya karar verdim]

(yazdıklarımı okumak isteyen ve şiddetle bekleyen arkadaşları öptüm kokulu kokulu bkz: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=kokulu+opucuk) ( gerçi yazılarımın bi kısmını bilenler şok olabilir bu tarzda okuyunca onlara diorm ki: sakin olun canlarım. bu sadece can sıkıntısı) {böylece ilk bkz'ımı da vermiş oldum, hayırlara vesile olsun inşallah} {ikinci hayırlı olsun da ilk paylaştığım bu saçmalayarak yazma çabalaması için (yazmalamak diyebiliriz diye düşündüm bi an şimdi. öyle aniden geçti içimden)}

[ama şimdi akıl karışıklığına müsade etmemek için ilk yazımın parantez içleri çıkartılmış özetini aşşağı yazıyorm:]

Farkettim ki küçük boşluklarda insan hemen düşüncelere dalıyor.
bu küçük boşluklardaki olası düşüncelerse zorlar bazen insanı...

insan da zorluklarla mücadele için yaşar
ve zorluklara ramen yaşam güzel şey (Mi?)dir.

( ha bide kapanış cümlesi lazım tabi)

yoksa herşey bir yana mı?
(yoksa) hepimiz yalnızca ölmek için (mi?) yaşıyoruz ?...

6 Nisan 2009 Pazartesi

kendime her doğum günümde yazı yazarım, bu sonuncusu


yaklaşık 693792000sndir dünyadayım.
en az 5milyon farklı yüz gördüm.
200binini 1 defadan fazla gördüm.
en az 150binine selam verdim.
en az 50biniyle tanıştım.
3bininin siyasi fikrini ve partisini değiştirdim,
3yıl başkan oldum.
2005 yılında bursadaki tüm sokak çocuklarını tanıyordum.
en az 100 tane çok yakın arkadaşım oldu.
73 hatunla çıktım,
şimdi isimlerini bile hatırlamıyorum.
50 kadarıyla öpüştüm.
28iyle yattım.
33 inançlıyı saptırdım.
10 ateisti inandırdım.
8 tane gay arkadaşım oldu.
3 lezbiyen tanıdım.
bir de travesti vardı.


5 kıtadan en az birer insan tanıdım.
16 farklı ülkeden dostlarım oldu.
7 ayrı milletten sevgilim oldu.
81 ilin 43ünü gezdim.
3ünde en az 1er yıl yaşadım.
azınlık denilen gruplarla hep daha iyi anlaştım.

çokça kez insanları sevdim.
çokça kez herhangi suretlere aşık oldum.
çokça kez sustum.
çokça kez konuşamadım.
hepsinden çok konuştum
ama hep içimde kalanlar oldu.
çokça kez dostlarım öldü,
üzüldüm.
sayısız defa ağladım.

16 yıldır okuyorum.
1kez lisede 1kez üniversitede
toplam 2 kere sınıfta kaldım.
16 yıldır eğitim sistemine karşıyım
fakat üstüste konulunca boyumu fazlaca geçecek kadar kitapları okudum.
yığınla film izledim.
6 kere kitap yazmayı denedim,
bir kez ortasına kadar gelebildim.
1 kez kısa metraj çekmeyi denedim.
3 kez senaryo yazdım.
1 defa seyircili tiyatroda dram oynadım.
ağlattım.
hiç dans edemedim.
binlerce fotoğraf çektim.
hala okuyorum.
hala yazıyorum.

sayısız kez hırsızlık yaptım.
ilki 94 yılındaydı. yumiyum çalmıştım. ilkoluldu...
sonra hepsi birden geldi... ama tek tek...
yavaş yavaş... fakat aniden...
en az 2 yıl haraç kestim.
gasp ta yaptım.
çokça kez kavgaya girdim.
8defa adam gibi dayak attım.
2 defa adam gibi dayak yedim.
1 seferinde mahalle delisinden kafa yedim, ilki buydu.
1 defa bir insanı bıçakladım.
1 defa bir insanın kaburgalarını kırdım.
2 kez göz altına alındım.
1 kere mahkemeye çıktım.
aslında
hep paylaşmaya çalıştım.
sevmeye çalıştım.
aldatıldım.
sonra en az iki katı kadar aldattım.
aslında insan olana hep dürüst oldum.

bana güvenen kimseyi yarı yolda bırakmadım.

hayattan hep nefret ettim.
inadına gülmeye çalıştım, dostlarımı hep güldürdüm; düşmanlarımı da...
"hiç umursamaz" sandılar.
hiç pişman olmadım.
aç ta kaldım.
1kez migren oldum.
kimyasal uyuşturucuya karşıydım,
doktor verdi kullandım.
geçmiş 2 yıllık bir süreçte 7 kez uyuştururcu sattım.
polis gördü. suç sandım.
akşam oldu, en çok ona sattım.

döner ustası oldum,
plasiyer oldum,
amelelik ve hammallık yaptım.
tur öperatörlüğü yaptım.
turizmci oldum. başarılı da oldum.
tur rehberliği yaptım.
işsiz kaldım.

"işsizseniz; İŞ sizsiniz" dediler..

38 domates 10 biber fidem var.
2si salkım 5 söğüt ağacım var.
2 acer palmatumum. 3 bonsaim var.
3 çağla, 1 armut, 2 nar, 4 zeytin, 1 şeftali ağacım var.
2 horoz 3 tavuğum, 1 köpeğim, 6 bıldırcınım var.
farklı türlerde sayısız hayvan besledim.
beslenebilecek her şeyi...
1 tropikal paludaryum yaptım.
12 gülibrişim, 4 kış tatlısı fidem var.
üstlerinde milyonlarca böcekler, bakteriler, kuşlar, fareler besliyorum.
daha önceden hamster ve böcek te beslemiştim zaten.

aslında 19uma kadar tam bir şehir çocuğuydum.

ama hala "İŞ"im.
hep üretebilen olmak istedim.
hep tüketimden nefret ettim.
şimdi fabrikaya "İŞçi" olmam için çağıracaklar.
üretmeyenlerin tüketmesi için çalışacağım.
ama insanların gözünde bi türlü "adam" olamadım.

hep eleştirecek bir şeyler buldum.
hala eleştirebilrim ancak sustum.
mutsuzum,
umutlarımı kaybettim.
bu grotesk dünyada 22 yıl geçirdim.
bu gün 23ümdeyim.

kutlamayın, hoşnut değilim...

1 Nisan 2009 Çarşamba

tainted love

Tainted Love Sometimes I feel I've got to Run away
I've got to Get away From the pain that you drive into the heart of me
The love we share Seems to go nowhere
I've lost my light
I toss and turn I can't sleep at night
Once I ran to you I ran
Now I'll run from you
This tainted love you've given
I give you all a boy could give you
Take my tears and that's not nearly all
Tainted love
Now I know I've got to Run away
I've got to Get away
You don't really want any more from me To make things right
You need someone to hold you tight
You think love is to pray
But I'm sorry I don't pray that way
Once I ran to you I run
Now I'll run from you
This tainted love you've given
I give you all a boy could give you
Take my tears and that's not nearly all
Tainted love
Don't touch me please
I cannot stand the way you tease
I love you though you hurt me so
Now I'm going to pack my things and go
Touch me baby tainted love ..

30 Mart 2009 Pazartesi

mim-iklerimden sorunsallarım

-Mim'in konusu ; maddeler halinde kendimizi kendi cümlelerimizle anlatmak!
beni mimleyen rigor mortis..






başlıyorum sıkı dur!



*anti-mim biriyim!

* aslında şu düzende her popülariteye ve amaçsız her şeye karşıyım!

*kendimi kendi cümlelerimle ne kadar anlatırsam anlatayım, ancak beni anladığınız kadar varım...



kimseyi de mimlemiyorum. çünkü aslında mim amaçsız bişidir. bu mim benim işime yaradığı için yanıtladım, bu yüzden teşekkürler rigor mortis :) derdimi anlatmama biraz daha yardımcı oldun :)

29 Mart 2009 Pazar

derleme hatası organik yazıda olur mu hiç



"gel" dedim "bak sana ne göstereceğim"...

hayretle baktı.. önümde bir maket var.. bire bilmem kaç küçültülmüş.. bire kafama göre oranlı..

buralar buğday olacak diyorum, buralar meyve ağaçları, meyve ağaçlarının altında sebzeler yetiştireceğiz. sebzeleri toplayınca köklerini toprakta bırakacağız. gövdeleri de toprakta bırakıp gübreleşmesini sağlayacağız. buğdaylarda yoncaların ve nohutların arasından çıkacak.. aynı masanobu fukuoka gibi.. bu tarafı da tamamen büyük ve küçük baş olacak. zaten bir çiftle başlasak 5 sene sonra fazla yavruları bile satarız diyorum. hayvanların her şeyi kar zaten. kışın arkadaki dağa salarız, yem parasına gerek yok. onlara ekstra besine de gerek yok.
olmazsa tavuklar var, diyorum.. bu kadar alana da tavukları salarız, sadece tohum attığımız mevsimde yemelerini engellesek yeter...
düzene bak, diyorum...

buralara bir kaç kulube yerleştiririz, ücretsiz misafirler ağırlarız, sadece çalışmaları şartıyla. tıpkı green peace örgütünün kampları gibi olur mantık. üstelik green peace para da alıyor. biz almayacağız düşünsene dostum!

hem greenkamplar için kuyruğa giren insanlar var. köle gibi çalışmak, toprakla uğraşmak, üstüne para vermek için.. biz para almayacağız, insanlar istedikleri kadar gelip çalışıp, gidecekler ve ürettikleri kadar tüketecekler. biz de onlardan farksız olacağız. sadece mülkiyet hakkı bizde olsun yeter diyorum. anlıyor musun söylediklerimi?

bir ingilizce bilen adamımız da olsa süper olur, dünyaya bile sesimizi duyururuz. masanobu fukuoka için dünyanın dört bir yanından gelen hippiler var, tarım bağımlıları, doğal hayat isteyenler, parası olmayan greenpeace destekçileri...
hatta bi gün biri geliyor adamın yanına; diyor ki:
"bak fukuoka, bunca yıldır yaşıyorum, buraya geldiğimden beri her şey değişti. artık doğru olan ne bilmiyorum. bunca yıl nasıl yaşamışım bu cahillikle... şimdi anlıyorum ki, doğa bize muhtaç değil, doğa bizim bir parçamız değil. ben doğanın aciz bir parçasıyım ve yok olacağım." diyor.
bunu bize diyen insanları hayal et dostum..
diyorlar ki, "artık burda yaşamak istiyorum. şehirde yıllardır yemeğimi kazanmak ve barınmak için yaşıyorum. bir mülk edinemedim işçilikle. oysa şimdi anlıyorum ki bunlar çok saçma. yiyecekse, doğalı burda. barınmaysa burda var, olmasa da ağaçlardan yapabiliyoruz zaten şehirde çok çalışınca adam gibi ısınabiliyor muyduk, evlerimiz de rahat olabiliyor muyduk? neden dolaylı yoldan para kazanıp onu, yiyecek ve saçma kıyafetler almak için harcıyoruz. yiyeceğini daha az zahmetle kendin yetiştir. doğanın bir parçası gibi davran, ona hükmetme! artık anlıyorum..."

bir şeyler öğrettiğimiz insanları düşün, birlikte çalıştığımız, birlikte ürettiğimiz, her zaman daha fazlasını arzulamayan...

hala suratıma hayretle bakıyor. "senin bu dediğin ancak kitaplarda olur kadeşim" diyor. "yada filmlerde filan, uçmuşsun sen. bu kadar kaptırma kendini... sosyalleş. cafelere git ne bileyim, yeni insanlarla tanış"

bende onu diyorum: gelen yeni insanları düşün, bir şeyler paylaşmak için yanımızda olan insanları, aynı ideolojileri, benzer hayalleri, doğanın bir parçası olmayı, hırslı ve aç gözlülü olmayan kendi komünümüzü düşün; diyorum..

"sen kafayı yemişsin" diyip arkasını dönüp gülerek uzklaşıyor. kapıdan çıkmadan "hani toprağın? hani kulübeler? ilk başlarken nasıl başlayacaksın? hadi mekan buldun diyelim, insanları çağırmadan az da olsa bi düzen oturtmalısın..." diyor.

"haklısın" diyorum. "buna başlamak için para lazım sadece. ilk tohumları ekip, fideleri gördük mü gerisi kolay.önce iki kişi gelse bile kendimize yetmemiz için devam edebiliriz. olmadı sadece ilk 5 yıl kasarız. sonrası gerçekten kolay."

"sen hiç beş yıl aç kaldın mı? aç karnına çalıştın mı peki?"

susuyorum...

"böyle giderse, bunu göze alamazsak, ölene kadar hiç bir şey olamadan, hiç bir şey yapamadan tıkanıp kalcağız zaten. hayatımız boyunca arabamızı bir model daha yenilemek, yeni mobilyalar almak için didinip, para biriktirip öleceğiz, reklamları yaşayarak öleceğiz. oysa yaşamak için geldik. önemli olan rahatça nefes alıp yaşayabilmek farkında mısın?"

"yanı sıra çocuklarına ne miras bırakabileceğini düşüneceksin, oysa bir bahçe bırak hazır olan ve tohumlarını; çocuğuna yaşı gelince ekmeyi öğret, üretmeyi... gerçekten kendine yetmeyi, insan olmayı, yaşamayı en önemlisi..."

"ben babamdan bunları duydum hep. yanılıyor olamam. yanılıyor olamaz. hem herkes bunları söylemiyor mu? ama farklı uyguluyor sadece. bu yüzden mutsuzuz. söylesene sen şimdi ne için çalışıyorsun o gittiğin iş yerinde?" dedim..

baktı suratıma... sustu...

"düşünmeliyim" dedi... "buna başlamamız çok zor olacak. hem önce tarla almak için para biriktirmeliyiz. artık bunun için çalışacağım sanırım.."

Not: hikaye saçma ve kesik olsa da; bana "insan olmayı", "üretmeyi", ve "yeteri kadar"ın ne manaya geldiğini öğreten babam için... saygılar duyuyorum. sanırım bana bırakacağı en büyük miras bu olmalı.

not2: hikaye başka başka yazılarımdan kesip derlen-eme-di :) bu bir derleme kargaşasıdır. isterseniz sallamayın. uzak kalmayayım diye şeyettim. :)
 
>